22 Ekim 2014 Çarşamba

Yolculuk

O kadar çok görüntü ve ses karışmış ki ölü şehrin canlı kalan son hücrelerine. Ve her bir ses çığlık, her görüntüde, hayatta kalan son fotoğraflar sanki. Otobüsten ineceğim durağa yaklaşırken, oturduğum koltuktan kalkmak üzere kıpırdandığımda yanımdaki kirli sakallı ve yorgun yüzlü gencin geçmeme müsaade etmesi için göz göze gelmemle ve ufak bir tebessümle teşekkür ederek kapıya yaklaşmamla beraber aklıma düşen buydu bu akşam. Yol boyunca mengeyle sıkıştırılmış trafiğin ve yüzlerce aracın arasında kalmanın iç sıkıntısının karışımı huzursuz düşünceler oymuştu belki düşüncelerimi. 1200'ü aşkın sarı far ışığını saydığımı fark ettim mesela gözümün kamaşmasını durdurmak için ara sıra uykulu göz kapaklarımı kapatırken. Önümde, sağımda, solumda oturan insanları gözlemlemekten okuduğum kitaba konstrasyonum azalıp durdu. Tam arkamda kendisinden akıllı telefonu elinde diğer uçtaki konuştuğu kişiye bağıra bağıra bir şeyler anlatmaya çalışan adamın ineceği durağın biran evvel gelmesi için dua ettim. Otobüsün ortasındaki ayakta durma boşluğunun hemen bitiminde uyuklayan ve bu yüzden ara sıra başı arkasına doğru düşen ve o esnada bende otobüs tavanını izliyor hissiyatı uyandıran gencin kulaklığında çalan şarkıyı tahmin etmeye çalıştım. Oturduğum koltuğun sağında kalan yaşlı teyzenin elinde plastik poşetinin içinde hangi yiyeceklerinin bulunduğuyla ilgili oyaladım kendimi. Neyse ki yol bitiminde, ayaklarımı asfalt zeminle buluşturup yürüme pozisyonuna geçtiğimde yolculuğun omuzlarıma yüklediği ağır yük nispeten hafiflemişti.

Adımlamamla beraber hemen solumda yaprak çitlerle etrafı çevrili kafeteryada türbanlı bir kızın sigarasını kül tablasına bırakırken başı ucunda biten garsonun kızın siparişini -bir dilim pasta- masaya bırakmasına şahit oldum. Az ilerideki diğer kafeteryada dağınık haldeki masa düzeninde üçe iki erkek, dörde iki kız, beşe iki erkekli gruplar halinde oturan gençleri gördüm. Ailelerin şişkin cüzdanları sayesinde ödenen pahalı cep telefonları masaların üzerini kaplıyordu. Piyasadaki en yüksek fiyata satılan sigaralar, yine ailelerinden aldıkları harçlıklarla ödeyecekleri kahveler vardı masaların geriye kalan kısımlarında. Gençlerden kimi kahvesini yudumlarken, kimi iki parmağının arasındaki sigaranın külüne dikkat etmeden çaprazındaki arkadaşının ne söylediğine dikkat kesilmiş, kimisi de yüksek sesle ağzından çıkan kelimeleri etrafa tüküre tüküre diğerlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Tekel bayisinden çıkan eşofmanlı kır saçlı orta yaşlı adam elindeki siyah poşetle evine yürürken önümde, hemen sağımdaki ganyan bayisinde homurtular yükselmiş ve kuponlarına işaretledikleri atların kazanmadığı belli olan şanssız kalabalık dükkanı terk etmekteydi.

Soluk ve karanlık bir sokağa girdim. Sokağın dinginliğini, ön camları açık aracında yüksek sesle müzik dinleyen ve dinlediği şarkıyı tüm sokak sakinlerine ve de şans eseri o anda sokaktan geçmekte olan yabancılara dinletmekte kararlı gençle göz göze geldik. Gözlerinde isyan, huzursuzluk, sarhoşluk, mutsuzluk karışımı bir ifade takınmışlığını fark ettim ki hızla aracı uzaklaştı.

Eve doğru adımlar kala, sokağı aydınlatma direğiyle hemen karşısındaki incir ağacının arasına bağlanmış bez afişin arasından göğe yükselen uçağın ışıklarını gördüm. Kim bilir nereye gidiyordu koca demir yığını? Kim bilir nereye seyahat ediyordu içindeki yolcuları, inecekleri yerden başka noktaya nasıl gideceklerdi ve o yolculuk kavuşmaya mı, uzaklaşmaya mı yoksa ölüme doğru mu olacaktı?

Gün bitti diye geçirdim içimden. Ya da hiç başlamamış mıydı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder