21 Ekim 2014 Salı

Yarınların Koynuna Doğru

Sabah saatlerinden beri gördüklerimden kusacağım geliyor. Ama parmağı takıp böğüre böğüre kusamıyor, donup kalıyorum. Hissizlik. Hissetmemek çok ama çok kötü, kendime iğne batırsam acımıyor. Anlamsız bir zaman dilimine sıkışmış gibiyim. Kendimi olayların dışına atamıyorum, Ağlayamıyorum. Gençlerin öldürüldüğü, kadınların ve çocukların tecavüze uğradığı dünyada insan olan her yanım her hücresiyle yavaş yavaş tükeniyor, ölüyor.

Gözümün önünde durakta bir kızla bir erkek vedalaşıyorlar. "Sonsuza kadar hoşça kal" diyor kız. Erkek; "Gitme" Kız gidiyor. Yollarımız bir daha hiç kesişmeyecek olsa dahi, varlığıyla hayatımın bir yerlerinde yaşanmışlıkları olan insanlar aklıma geliyor. Roller değişmiş sanki. Son, aynı. Filmde, rüyada ya da hayatın içinde, ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum hissi. Sonsuz hayatın kısır döngüsünde hala beni yaşamsal olarak besleyen bir damar kopup gidiyor ansızın.

Maaşların aylardır verilmediği işime gidiyorum. Kimseler yok koca binada. Ne yöneticiler, ne sorumlular. Sözler, vaatler tarihler verilmiş. Etrafta üç dört kişi var. Derken, mağdur bir temizlik personeli geliyor. Kırk günlük bebeği ve eşiyle. "Açız ağabey" diyor. "Elektrik, su kesildi, kirayı veremedik kapının önüne koydular." Bebek ağlıyor. Acıkmış. Cebimde yol parası var. Canı cehenneme yol parasının.

Mehmet Pişkin diye bir adam. Sabah evinde kendini videoya alıyor. Tutunamadım diyor. Bir kadeh şarap içiyor, sigarasını tüttürüyor, Ella Fitzgerald'dan Every Time We Say Goodbye'ı dinliyor ve hadi eyvallah diyor. ve ekliyor "Hoşça kalın, aşkla yaşayın" Neredeyse kendi sesim gibi konuşan ve Sabahattin Ali'ye çok benzeyen bir adam, en az benim kadar zeki, bir o kadar da aptal o adam çekip gidiyor. Temiz.

Lanet olası bir zamanda insanlığın, vefanın, saygının ve aşkın unutulduğu bu ülkede, nefes alıp vermek zorunda kalmanın ne kadar zor olduğunu anlıyorum yine ve yine. Ve inanır mısınız bu kadar çirkinlik içinde hayatı yaşamaya değer kılacak her nelerse onlar birer birer çevremizden kayboluyor. İnsan, kendine çok ağırmış meğerse herkes herkese yabancı. Herkes bıkkın, sıkılmış, tükenmiş ve yorgun sanki, ben gibi. Bu yorgunluk hepimizin. Yeri hiç dolmayacak boşlukların pençesinde kıvranıyoruz. Ölen ölürken kendiyle ölmüyor kalanların da bir parçasını alıyor. Kendimi aciz, bir boka yaramaz, oldukça sıradan, küçük ve etkisiz hissediyorum.

Aklıma aç sokak çocukları, berduşlar, evsizler, Gezi direnişinde ölen çocuklar, Kobane'deki dramlar, Cumartesi anneleri, şehit anaları geliyor. hangi rüyanın içinde narkoz verilmiş de uyanamıyoruz bu kabustan?

Sanal dünyanın sanal insanları olduk her birimiz. Fotoğraflardan ibaretiz. Ve mesajlaşmalardan. "Lanet olsun konuşmaya ihtiyacım var" dediğiniz zaman kim var çevrenizde? Kim en zor anınızda yanınızda? Kim sizi takıyor, kim can kulağıyla dinliyor? Bu ne ego bu ne beğeni yarışı! Sonu nereye varacak kim bilir?

Bir boka yaramayan boktan hayatımı gözümün önüne getiriyorum durmadan. Sürekli çelişkiler, Sürekli hayal kırıklıkları. Bu yaşam ağrısı oturuyor tam göğüsümün ortasına usanmadan.
Sonra devam etmek ya da durmak ikilemi. Kendime eskisi kadar iyi hissetmiyorum. Çok öksürüyorum, sabahları iştahsız, akşamları uykusuz, kendime de iyi bakamıyorum.

Anlayacağınız; ne olacağını bilmediğim soluk karanlık azgın dalgalarla dolu yarınların koynuna doğru ufak bir salda sürükleniyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder