31 Mayıs 2017 Çarşamba

Mutluluk

Saçlarına iliştirmek için eğilip tam bir çiçeği koparacaktım ki, elinle elime dokunup bırak kalsın dedin, bak o orada böyle daha mutlu. Mutluluk kelimesinin ne anlama geldiğini o gün anladım.

28 Mayıs 2017 Pazar

Pazar Kayıntısı

Yeter ki boş kalmasın kadehler, yine bulunur içmek için sebepler...

Kıyıya varamayan bütün aşklara. Mesafeler hep uzak sevgili aslında. Yoklukları adına kurulan masalarda. İlk kadehler, gidenlerin şerefine kalksa da. Fonda çalan şarkıların hepsi kaybettikleri için sonsuza dek söylenir kalanlara.

14 Mayıs 2017 Pazar

Benim Annem, Bir Melekti Yavrum!


Beni kolay doğurmamışsın hep öyle derdin hem ebe filan gelmiş ters dönmüşüm bu yalan dünyaya gelmemek için epey zorlamışım seni, hastane filan hak getire, ne sıkıntı çekmişsin, anlattığında tuhaf olurdum, kızarır bozarırdım, üzülürdüm hatta neden sana böyle acılar çektirdim diye. Sonra sütten kesilmen uzun sürdü dediğini anımsıyorum. Konusu açıldığında, daha dünyaya gelmeden sana ne zorluklar çektirdiğimi düşünürdüm. Boynu bükük ve mahçup bir sızı orası.

Beş yaşındaydım. İstanbul'da tarihin en yoğun kar yağışı yaşanmıştı. Çocuktum sonuçta, yaşıtlarım sokaktaydı. Ben de çıkmak istiyordum. Ama "yavrum üşürsün, olmaz bugün" demiştin.
Pencereden arkadaşlarımı izlemiş, dışarı çıkamamış sana küsmüştüm. Ama o gün canını dişine taktın bana kalın mavi renkli hemde önünde kardan adam figürü olan bir kazak ve eldiven diktin. O gün dışarı salmadığın için küs olan ben, ertesi gün doyasıya kartopu savaşı yapmıştım arkadaşlarımla. Hem sıcacık kazağım ve eldivenlerim vardı. Çok mutlu etmiştin beni... Okula başlayacaktım. Artık yedi yaşındaydım. Ama korkuyor ve çekiniyordum insanların arasına karışmaktan! Ortama adapte olamayacağımı anladın. Annelik içgüdüsü! Öğretmenimden izin alarak benimle birlikte aynı sırada oturdun. Günlerce. Sonra alıştım. Karıştım hayata.. Kimliğimi yenilediğimiz günü anımsıyor musun? Lise yıllarıydı, hani düğüne gider gibi briyantin sürmüş, süslenip püslenmiş yeni aldığın gömleğimi giymiştim. Zaten sakalım da çıkıyordu, mahalledeki stüdyo tuğba tanıdıktı üç beş kuruş indirim yapar ümidiyle oraya gitmiş işimizi halletmiştik. Geçenlerde kimliğimi yenilemeye gittiğimde anımsadım, çekindiğim resme baktım hafif seyrelmiş saçlar, kesilmekten bıkmış sakalım ve birkaç beyaz saç. Milyonlarca yıl geçmiş gibiydi. Nüfus suretime göz atarken bir şey dikkatimi çekti. Anne adı karşısında sen vardın.

Lise dönemimde bir de sokağımızın en güzel kızına sevdalanmıştım. Bilirdin benim, içe dönük sıkılgan ve kırılgan hallerimi. O kızı çok sevmiştim. Ona karşı beslendiğim ve büyüttüğüm her ne varsa biliyordun ve görevinin yaşayacağım hayal kırıklığıma karşı beni dik tutmak olduğunu da.

Askere gittim. Ki beni tanıyordun. Hayata karşı inanılmaz yaralı biriydim, zor bir çocuktum. Beni her hafta ziyarete geldin. Memleketin doğusu, batısı fark etmedi. Senle birlikte askerlik yaptım nerdeyse. Komutanımla tartıştığını anımsıyorum. Bir gün komutanım sudan sebepten bana bir tokat vurmuştu da telefonda hesap sormuştun. "Ne oldu, yavrum çabuk söyle, yıkarım başlarına askeriyeyi" diyerek. Ben hala dünkü toy çocuk "Annem, komutan bir kaç fiske vurdu sadece mühim bir şey yok" demiştim. Dinler mi hiç melek! Sabahına damladın. Komutana fırça attın! Sayende evci iznine çıkarıldım. Sayende sana özlemimi giderdim, bir nebze.. Askerden döndüm, tek hayalindi evlenip yuva kurmam. "Torunumu alayım kucağıma başka ne isterim ki, mutluluğunuzdan başka" derdin. Hayatıma girenler oldu çıkanlar oldu. Hayatıma girip hiç çıkmayanlar oldu. Her seferinde bir şeyler yanlış gittiğinde tatlı tatlı uyardın "Seviyorum, karışma anne" dedim hiç bıkmadan "Sen ne anlarsın ki?" Mağrur olmak büyük yalan. Terk edildim. Sonunda sen haklı çıktın. Ben yanıldım. Ama onca hatama rağmen "Olsun yavrum; hayatı böyle öğreneceksin işte" dedin. Yaralarımı sardın.

Babam iflas etmişti. Çorba, soğan ekmekle uzun bir müddet geçinmeye çalıştığımızda, ailemizi ayakta tuttun. Sanki saraylara layık sofralarmış gibi sundun bizlere yemekleri, hiç fark etmedik.
Yirmi beşimdeydim. Işıltılı gecelere kaptırmıştım kendimi. Yüzünü görmüyordum bile günlerce. Eve uğradığımda, "Özledim seni yavrum, nerede kaldın gözüm yollardaydı" derdin. "Offf sıkma beni, tamam anne anladım, unut beni, artık böyle" derdim. "Büyüdüm ben artık. Alış" bir de. Oysa hiç büyüyemedim.

Alışırmış gibi yaptın.

Evimiz mevlütlerden geçilmezdi. İzdiham olurdu her düzenlediğin merasim. Sorduğumda," Oğlum bir gün biz de geçip gideceğiz dünyadan, sakın dualarını o zaman eksik etme olur mu?" derdin.
Anneni erken yaşta kaybettiğin için, "özellikle ve özellikle" Kibariye'nin söylediği "Eller kadir kıymet bilmiyor, anne senin kadar kimse sevmiyor anne" şarkısında için için ağlardın öyle çok ağlardın ki o şarkıyı duyduğumuz yerde kapatırdık. Kasetini bile saklamıştım açıp dinleyip üzülmeyesin diye. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu o an..


Bir gün, ansızın fenalaştın, doktorlara gidildi, kanser dediler. O neydi ki? Durum ciddiymis meğer. Ameliyat dediler. Ameliyat oldun. Taburcu oldun. İyileşecek dedi, doktorlar, iyi olamadın.
Zira doktorlar bütün müdahaleleri yapmıştı ve eve göndermişlerdi. Bir gün fenalaştın. O gün ambulans geldiğinde, bakışlarını unutamam. Son kez baktın hayatının geçtiği, bizi büyüttüğün evimize sanki hiç donmeyecekmis gibi. Dönmedin.

Yağmurlu bir akşamdı hastaneye kaldırdık. "Görebilir miyim" demiştim doktora. Zorla izin verdi. Oylece uzanıp derun bir uykuda uyuyordun. "Nasıl olacak?" "İyi olacak" demişti doktor. Ama o gece eve gitmemizi söyledi. Ben kaldım. Gece dörttü. Yağmur yağıyordu. Hastane koridorlarında volta atıyordum. Dışarı çıktım sigara içmeye. Derken telefona bakan çocuk, beni çağırdı resepsiyondan. "Doktor acil seni istiyor" dedi. Koştum dört kat. "Üzgünüm, kaybettik annenizi" dedi doktor hanım. Ne kolay söyledi. O gün dünya başıma, bütün galaksi sistemiyle birlikte yıkıldı. Bileklerinizi kör testereyle doğradığınızı, bütün kemiklerinizin bir kazayla uçurumdan düşerek kırıldığını, kendinizi yüksek bir gökdelenden aşağı bıraktığınızı ve çocukken korkarak uykunuzdan sizi uyandıran bütün kabusları ve karabasanları düşünün. Toplasanız yanında hiç kalır.

O göğün delindiği son gün geldi. Seni toprağa verirken son görevimizde ebedi istirahatgahına o çukura indim. Tek düşüncem, "nasıl yatacaksın burada, üşür müsün" acaba idi. Sonra üstünü örttük topraklarla. "Nefes alamaz ki annem dedim!" İnsanlar benden gözlerini kaçırdılar.

Sonra çiçek oldun, bahar oldun, güneş oldun, toprak oldun.. Sonra ırmakların kıyısına gittin, bin bir türlü çiçeklerin açtığı yere, deniz kıyılarına. Cennetti değil mi gittiğin yer; hani masmavi her yanı, okyanuslar, gök kuşağı, çiçekler, ırmaklar, şelaleler, yemyeşil ovalar, mutlu insanların olduğu yer, değil mi?

Bugün hiç unutmadığım yerimden anıları anımsadım. Toprağını okşadım. Dallarında çiçekler açmıştı yine, güneş yüzüne vuruyor gibi, yağmurlar alnından öpmüş gibi. Sonra seninle konuştum. Duydun mu? Beni duydun mu anacığım? Ben seni duymadım, duyamıyorum. Rüyalarımda bile görmüyorum. Şimdi hayal mi oldun sen melek, bir düş.


Çok uzakta bir düş! Ne görüyorum ne ölüyorum... Ama bil ki, seni çok özlüyorum.
Anlatacağım çok şey var, buluştuğumuza saklıyorum, o zamana dek rahat uyu meleğim, Yanına ilk geldiğimde yine fısıldayacağım.. Kısmet olur da; bir çocuğum olursa. O'nu bir gün başucuna getireceğim ve o dünya tatlısına o gün: "Burada bir tarih yatıyor. Bir gerçekten düşe dönüşen ve anılarda saklı rüyam sonsuz uykusunda uyuyor diyeceğim sonrası biliyor musun benim annem, bir melekti yavrum diye ekleyeceğim.."