17 Aralık 2016 Cumartesi

Bir kadın vardı..


Bir kadın vardı..

Saçları güneşten biraz yanık altından daha sarıydı. Gözlerinin rengini, uçsuz bucaksız ovaların yemyeşil taze çimenlerinden almaktaydı.

Bir kadın vardı. Dudakları, meyve bahçelerinin dallarından koparılan en olgun kirazların tadındaydı.

Onu tanıdığım zamanlarda, ülkede afetler, cinayetler, çöp toplayan kimsesizler, taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar ve çocuklar ve hapisanelerde masum insanlar vardı.

Bir kadın vardı. Bakışları alev alev yakardı. Boş lakırdılardan hicap duyardı. Gerek olmadıkça konuşmazdı. Gerektiğinde konuşur, yeri gelince susardı. Suskunluğu hüznün arkasına saklıydı.

Bir kadın vardı. Ayışığına benzerdi, yakamozu severdi. Denizinin üzerine her gece parıltılarını saçardı. Bir vakit olurdu, kendi karanlığına kaçardı.

Bir kadın vardı. Kırmızı ojeli tırnakları, sigara izmaritlerinde kırmızı ruj izleri, kırmızı elbisesi ve kırmızı topuklu ayakkabılarıyla aklımı başımdan alırdı.

Sarılınca birbirimize bedeni, ruhumu alev alev yakardı. Bütün bildiklerimi unutturur, yeryüzünde imkansız hiçbir şeyin olmadığına beni inandırırdı. İmkansız demek onunla hikayemizin başlangıcıydı.

Bir kadın vardı. Kokusunda yaşamı iliklerime kadar hisseder, teninde ölümün soğukluğunu değil aksine o huzurlu güzelliğini yaşatırdı.

Bir kadın vardı. Bir yandan billur sesiyle en sevdiğim şarkıları kulağıma fısıldarken, öte yandan beni o çok sevdiğim rakı masallarına özenle hazırlardı.

Bir kadın vardı, yaşı olmayanlardandı. Yaşını yaşına kadar hiç yaşamamıştı, hep gençti. Yaşam boyu görülmemiş düş, koparılmamış bir çiçek, ömründen hiç bir mevsim geçmemiş seneler gibiydi.

Bir kadın vardı. Hatalarımı yüzüme vurmaz bana herkesten çok daha hassas yaklaşır ve beni sevgiyle kucaklardı. Göğsünde uyuturdu beni. Göğsümde uyurken bir meleği andırırdı.

Başka kadınlar da vardı. Sevdiği adamın omzunda uyuyan, yapayalnız yataklarda uyanan, hayal ettiği bütün düşleri yıkılan ve insanın bütün dünyasını tek bir lafıyla başına yıkan.

Ama o kadın başkaydı, bambaşka bir masaldan yeryüzüne düşmüş de, sanki görevi insanı aşka, mutluluğa ve hayata inandırmaktı.

Bir kadın vardı. Ve o kadın, her gece görmek isteyip görülmesi artık mümkün olmayan rüyalarımdaydı.

12 Eylül 2016 Pazartesi

Bir Bayram Akşamı Notları..


Şenlik dağılmış, geriye bir acı yel kalmış ve mevsime denk düşen yağmurlar da yağmışsa itiraf edebilirim. Bazı bayramlar bazı evlerin odalarının duvarlarına gizlenir bazı acılar. Bir tablo gibi şöylelemesine asılı dururlar. Bunu sık sık hatırla emi!

***

Ağaçların, çimenlerin ve üzerlerine düşen yağmur damlalarının bir ruhu olduğunu anladığın zaman henüz düşmüştü gökyüzünden sarı sonbahar..

***

Kalbim, koca okyanusun kalbini kırmış sarp kayalıkların arasından geçit bulup gizli bir mağarada sükut eden durgun sular gibiydi.

***

Bana yalnızlığından bahsettiğin o gece, senden çok yalnızlığı sevmeye başladım.

***

Aynı kitabın sayfalarını eş zamanlarda okumuş ve aynı cümlelerin altını çizmişiz de, o esnada odanın sessizliği unutturan şarkının melodisinde yitirmişiz birbirimizi sanki.

***

Ahmet Kaya, "Başıma neler geldi, sana diyemedim" diyor ya, insan başına bir şeyler gelsin ve hiç kimseye söyleyemesin istiyor!

***

Bir vazoda solan çiçekleri örnek verdiğinde, sen o rengarenk çiçeklere benzetiyordun kendini. Bir zamanlar capcanlı olan o bitkilerin güzelliğinden ve şimdi solgunlaştığından dem vuruyordun. Ama benim kederim vazonun müebbet kaderinde gizliydi.

***

Ölmeden evvel dinlenmesi gereken şarkıları, izlenmesi gereken filmleri ve görülmesi gereken yerleri, keşfetmeye henüz başlamışken geliyordu ölüm zaten.

***

Yol bir yere gitmeyebilir, dedim. Hatırladın o vakit. En son çıktığımız yolculuğu. Önce bir patikadan, sağa sola yalpalamış sonra çıkmaz sokaklara dalmıştık. Kaybolmuştuk. Ama yine de mutluyduk çünkü otobüsün cam kenarından dünyayı keşfediyor, ağaçları, uçsuz bucaksız kırları ve ovaları ve geceleri yıldızları seyrediyorduk. Bazen de kıyısı hiç bitmeyecekmiş gibi gelen masmavi suları. Zaten yolun bizi götürdüğü yer değil, yol bir hikayeydi.

***

Annem çiçekleri çok severdi. Benim için bayram, annemin kabrindeki çiçeklerden ibaret dedim ya sana, açmışlarsa şayet mezarlık gülleri bir buruk tebessüm konardı dudaklarımın kıyısına hatırlarsın. Sen de elimi tuttun yanağımı okşadın ve benim için de dedin, babamın kabrindeki ayrık otlarını temizlemek ve bir buket kasımpatı bırakmak. Çünkü o ölmeden annem çok seviyor diye ona hep kasımpatı alırmış.

31 Temmuz 2016 Pazar

Kurşun gibi

O pazar günü söylemiştim
tutsak olan bedenimdi
düşüncelerim kurşun gibi ağır hala,
kaç zamandır yoldayım
tamam yol uzun
belki hayat kısa
bacaklarım da bitap
olsun be adam dayan dedin
bak kırmızı tuborg'umuz
az leblebi ve umutlarımız duruyor daha masada

Önder Deniz Çavuşlar

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Asıl Mesele

Her şeyi unuttuklarını hatırlayıp günün birinde seni de unutabileceklerini kabul ederek sevmeyi denediğin gün sendeki asıl seni daha iyi tanıyacak onca yaşanmışlıkları unutmayı başarabildiğin gün ise onları daha iyi anlayacaksın. Ki asıl meselenin onları anlamak değil kendini tamamlamak olduğunun da o zaman farkına varacaksın.


Önder Deniz Çavuşlar

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Ne darbe, ne cemaat!

Ne darbe istiyoruz ne cemaat, ne diktatörlük ne de şeriat!
Tek bir arzumuz var, barış ve huzur içinde insanca yaşamak.

7 Temmuz 2016 Perşembe

Maviliğin Koynunda

Sonra, bütün hikayelerin aslında hiç yaşanmadığını anımsıyorsun, küllerinden doğduğun bir maviliğin koynunda..

10 Haziran 2016 Cuma

teşekkür..

"Bak bir pazar sabahına daha, ayrı hayatlarda uyandık sevgilim." çıkış cümlesiyle kitabevlerinde yerini alan, Şehre Keder Yağıyor adlı kitabımın ilgili okurlarıyla buluşmasının ikinci yılı bugün..

Deneme türünde kaleme aldığım kitap, Net Kitap tarafından yayımlanmıştı. Kitabın hazırlanması ve yayınlanmasında emeği geçen herkese bugün vesilesiyle tekrar teşekkür ederim.

6 Haziran 2016 Pazartesi

İlk kitabım Hiçlikle Yokluk Arası, şimdi Wattpad'de!

"Gittin ve ben o gün yalnızca, yirmi bir gram eksildim."

6 yıl evvel yayımlanan ilk kitabım ‪Hiçlikle Yokluk Arası‬,  şimdi ‪‎wattpad‬ platformunda!


Kitabı okumak için: https://goo.gl/CsP0td

4 Haziran 2016 Cumartesi

"Rüyalarınızı gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır."

Bir efsaneyi daha kaybettik. ABD'li efsanevi boksör, eski Ağır Sıklet Dünya Şampiyonu ‪‎Muhammed Ali‬ yaşamını yitirmiş. Babamın kahramanıydı. O'nun ne büyük bir boksör olduğunu dinleyerek geçti çocukluğum. "Sabaha karşı yayınlanan maçları için uyku tutmazdı, sabaha kadar beklerdim, ekran karşısına geçip Ali'yi desteklerdim, bakardım o sıra pencereden, bir çok evde maç saati ışıklar yanardı" diye anlatırdı. Rakiplerini yaptığı danslarla şaşırtır kelebek gibi uçup arı gibi sokarak nakavt edermiş büyük şampiyon. Gidenden geriye anıları ve söyledikleri kalırmış. Ben de, "Rüyalarınızı gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır." sözünü buraya bırakıyorum. Ruhu şad olsun.

2 Haziran 2016 Perşembe

Şehre Keder Yağıyor'u temin etmek için..

Şehre Keder Yağıyor‬'u temin etmek isteyen dostlarımız için temin adresleri aşağıda yer almaktadır.

Kitabevleri: Tüm D&R mağazaları, Remzi, İnkılâp, Nezih, Mephisto, Megavizyon, Dost, Kitapsan, Arkadaş

İnternet; D&R, kitapyurdu, idefixe, pandora, ilknokta, babil, eganba
Saygılar..

Önder Deniz Çavuşlar

1 Haziran 2016 Çarşamba

üç farklı yaşam

Üç farklı yaşam var milyarlarca galaksinin arasında ufacık bir yer kaplayan bu dünyanın içinde. Okula başladığın en yakınlarınla bir lokma ekmeği bölüşüp kah gülüp kah üzüldüğün arkadaşlar edinip sevdiklerinle güzel anılar oluşturduğun o masum ilk çocukluk geride kaldı. O zaman dilimine ait her şey yavaş yavaş puslanıyor. Herkes için. Eş dost, arkadaş, akrabalar ve kardeşler adına. Yeni insanlar dahil oldukça hayatlarımıza , yeni hikayeleri ve farklı davranışları beraberinde getiriyor. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, saygının ve sevginin makbul kılınacağı ve insanlar nasıl davranırlarsa öyle karşılık alacakları ikinci dönem bu. Kartlar yeniden karılacak. Ölümlerin birer birer eksilttiği aileler, yeniden kendilerini inşa ederken önceden kalan ne varsa taşlar eteklerine dökülecek. Büyüklerin hatırı kalktıktan onlar birer birer yeryüzüne veda ettikçe asıl yüzler ortaya çıkacak. Söz susacak artık. Karakterlerin belli olacağı başka bir kıyıdan kalkıyor gemi..Olmak ya da olmamak üzere karar arifesinde şimdi bireyler.. Üçüncü dönem ise ömür yeterse, yaşlar alıp yüzlere çizgiler, saçlara beyazlar düştüğünde başlayacak. O hikayeye biraz daha var. Belki de hiç olmayacak.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Aile, içi boş kelime!

Acısı büyüktür kaybettiklerinin. Anne, baba, kardeş, eş, dost. Yitirdikleri için küçük deniz fenerlerini yahut mumları denizin kalbine bırakanlar bilirler ki, bu ritüel canının yangınları suya karışsın diyedir. Çünkü buharlaşmalıdır yaralar, bir müddet hiç hatırlanmamalıdır. Sonra o çekilen hüzünler, yağmur olsun isterler zira gökten yeniden yere düştüğünde yağmur damlaları, anımsanır o zaman kaybolan anılar.

Yaşam tuhaf ve kısa! İnsanlar için diyecek kelimeleri bulmak zor. Annesini, babasını sokağa atanlar gördü bu gözler. Evlenenler, boşananlar..

Gözlerini bu yaşam ağrısına açanları kucakladı bu eller. Ölümlerden geldi, yorgundur belki biraz düşünceler. Düşüncelerim! Sevdiklerini gömerken insanın en çok neresi acıyor biliyor musunuz? Hatıraları. Ne kadar biriktirdiyse yitirdiğiyle ilgili, yine de pişmanlık duyuyor. Yaşamak, mantık işi. Sınırlı anılar, intiharla doğru orantılı. Elde avuçta ne varsa onla idare etmek asıl ölüm!

İnsan her şeye alışıyor da, insanların hayata bakış açılarına alışamıyor bir türlü. Çevresine bakıyor, tutunmak için. Bir tebessüm, bir umut. Herkes dünya derdinde, herkes çıkarının peşinde. Ne kadar yalan. ne kadar da sahte? Size öyle gelmiyor mu?

Hayatım zor geçti. Sıkıntılı günler, yıllar yaşadım. Çok param olmadı. Hep bir umut, yaşamak dedim. Kılı kılına yaşadım bu yüzdendir. Anne, baba malı için kavga eden kardeşler gördüm. Miras için küsen, birbirini aylarca görmeyen, yıllarca birbirlerine gidip gelmeyen ve konuşmayan karındaşlar, düşünebiliyor musunuz? Babasını döveni de, annesini döveni de gördüm. Nasıl acıdır, nasıl insanlıktan yoksunluktur? Sanırım, parayla bazı dünyevi meselelerde saadet oluyormuş. Herkes buna kitlenmiş. Seninle aynı seviyedeyse, görüşmez de, daha üst seviyedekilere hayranlıkla yaklaşanlar gördüm üstelik.

Kızını veya oğlunu dizinin dibinde isteyen ve evlense de onun yuvasına müdahale eden anne babalara şahit oldum. Haftanın en az beş günü çocuğunun hayatına müdahil olanlara. Kendi egoları uğruna yuva yıkan anne ve babalara. Çocuklarının mutluluklarını dizayn etmeye çalışan ebeyevnlere yani. Abi, abla ve kardeşlerini eşinin kıskançlıkları nedeniyle görmek istemeyenler gördüm. Üç kuruşluk eve, barka, arsaya, tarlaya tamah edip de bütün ailevi ilişkilerini bozanlara tanık oldum.

Aile? Aile içi boş kelime. Yalanlar Cumhuriyeti. Çıkar, menfaatten ibaret bir kavram karmaşası. Eğer, aileden biri diğerinden bir adım ötedeyse, o geride kalanlar hınçla, nefretle, kıskançlıkla bakıyor kendini öne atana. Para, pul, itibar ile sınıflandırılıyor bütün ilişkiler. Aşkla evlenip, soluğu mahkemede alan çok insanın yolu Tezer Özlü'nün sözlerine çıkmıştır muhakkak.

Der ki, Tezer; "Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım."

İş, aile, hayat hepsi çıkar üzerine kurulu bu düzende insan, neden mutsuz olmasın ki? Bütün sahteliklerin dışında olmak istiyor da yaşamak uğruna, ayakta kalabilmek adına ne yazık ki hiçbir zaman olamıyor!

15 Mayıs 2016 Pazar

Yine akşam

Yine akşam. Güneş batıyor yavaş yavaş ve derin anlamları göğsünde saklıyor..Günler tesbih gibi dizili ardı ardına ve bugün pazar. Yeni doğacak günler kapıda ve geçmiş tüm hesaplaşmalarıyla dünde kalacak bir kaç saat sonra. Yalnızlıklar, ilişkiler, aşklar, evlilikler bu pazar bir günü daha tamamladı. Kimi bisiklet sürdü bir daha hiç gidilemeyecek yamaç topraklarda. Kimi sevdikleriyle sahil kıyısına uzandı, kimi ilk buluşmanın heyecanındayken kimi de ayrılığın ateşine düştü, bu gün. Evliliğin merasimi tekrarlandı anne ve baba ziyaretleriyle kimi evlerde, rutin. Çıkmaz sokaklarda dolaşıldı. İçkiler içildi, yemekler yendi. Bu mezenin içine ne koyduna bağlandı sohbetler. Ölümler hatırlandı. O sıra dalgalar vurdu kıyılara. Hayat yeni bir şans vererek üzerine düşen görevi yaptı insanlara. Gök yüzü maviden mora çaldı. Esti püfür püfür bir rüzgar güvertede simit attı genç bir kız martılara. Kahveden eve, akşam yemeği için dönerken Mehmet Amca, Anadolu'nun bağrında bir yerde.Kadehler devrildi peşi sıra. Mutlu evlerde. Yarın iş var diyenler bir kaç saate ayrılacaktı nasılsa ortamdan. Sinemalar boşaldı. AVM'ler doldu taştı. Mesire yerlerinin çöplerini taşımak kaldı geriye. Herkes evlerine çekilmeye başladı. Yine akşam. Yine yalnızlığın son demleri. Anlaşılmak kadar anlaşılamamayı da yaşadı bugün insanlık. Ölümler, doğumlar devam ediyordu hiç durmadan. Müsaade istendi kalplerdeki misafirliklerden. Yemekler ocağa kondu. yemek bulamayanlar çöpleri karıştırmaya başladı. Binlerce liraya şarap açacaklar eğlence mekanlarını doldururken, mezar ziyaretlerini unutmamış evlatlar, dualar etti kaybettiklerine. Yeni dostluklar kuruldu. Uçağa binip tatile çıkanların bir sene boyunca planları başlamak üzereydi. Sevdiği takımın şampiyon olduğuna sevinecekler kaplayacaktı az sonra caddeleri, mekanları. Yine akşamdı işte.

Bir gün daha sona eriyordu yeryüzünde..

8 Mayıs 2016 Pazar

Benim Annem, Bir Melekti Yavrum..



Beni kolay doğurmamışsın benim güzel annem, hep öyle derdin, hem ebe filan gelmiş ters dönmüşüm bu yalan dünyaya gelmemek için epey zorlamışım seni, hastane filan hak getire, ne sıkıntı çekmişsin, anlattığında tuhaf olurdum, olur kızarır bozarırdım, üzülürdüm hatta neden sana böyle acılar çektirdim diye....

Sonrasında sütten kesilmen uzun sürdü derdin. Konusu açıldığında, daha dünyaya gelmeden sana ne zorluklar çektirdiğimi düşünürdüm. Boynu bükük ve mahçup bir sızı orası.

Beş yaşındaydım. İstanbul'da tarihin en yoğun kar yağışı yaşanmıştı. Çocuktum sonuçta, yaşıtlarım sokaktaydı. Ben de çıkmak istiyordum. Ama "yavrum üşürsün, olmaz bugün" demiştin.

Pencereden arkadaşlarımı izlemiş, dışarı çıkamamış sana küsmüştüm. Ama o gün canını dişine taktın bana kalın mavi renkli hemde önünde kardan adam figürü olan bir kazak ve eldiven diktin. O gün dışarı salmadığın için küs olan ben, ertesi gün doyasıya kartopu savaşı yapmıştım arkadaşlarımla. Hem sıcacık kazağım ve eldivenlerim vardı. Çok mutlu etmiştin beni...

Okula başlayacaktım. Artık yedi yaşındaydım. Ama korkuyor ve çekiniyordum insanların arasına karışmaktan! Ortama adapte olamayacağımı anladın. Annelik içgüdüsü! Öğretmenimden izin alarak benimle birlikte aynı sırada oturdun. Günlerce. Sonra alıştım. Karıştım hayata..

Kimliğimi yenilediğimiz günü anımsıyor musun? Lise yıllarıydı,hani düğüne gider gibi briyantin sürmüş, süslenip püslenmiş yeni aldığın gömleğimi giymiştim..

Zaten sakalım da çıkıyordu, mahalledeki stüdyo tuğba tanıdıktı üç beş kuruş indirim yapar ümidiyle oraya gitmiştik.Geçenlerde kimliğimi yenilemeye gittiğimde anımsadım, çekindiğim resme baktım hafif seyrelmiş saçlar, kesilmekten bıkmış sakalım ve birkaç beyaz saç. Milyonlarca yıl geçmiş gibiydi. Nüfus suretime göz atarken bir şey dikkatimi çekti..Anne adı karşısında sen vardın.

Lise dönemimde bir de sokağımızın en güzel kızına sevdalanmıştım. Bilirdin benim, içe dönük sıkılgan ve kırılgan hallerimi. O kızı çok sevmiştim. Ona karşı beslendiğim ve büyüttüğüm her ne varsa biliyordun ve görevinin yaşayacağım hayal kırıklığıma karşı beni dik tutmak olduğunu da. Kırıldım kalbimden, tam orta yerimden, beni hayata yine sen döndürdün.

Askere gittim. Ki beni tanıyordun. Hayata karşı inanılmaz yaralı biriydim, zor bir çocuktum. Beni her hafta ziyarete geldin. Memleketin doğusu, batısı fark etmedi. Senle birlikte askerlik yaptım nerdeyse. Komutanımla tartıştığını anımsıyorum. Bir gün komutanım sudan sebepten bana bir fiske vurmuştu da telefonda hesap sormuştun. "Ne oldu, yavrum çabuk söyle, yıkarım başlarına askeriyeyi" diyerek. Ben hala dünkü toy çocuk "Annem, komutan bir kaç fiske vurdu sadece mühim bir şey yok" demiştim. Sabahına damladın. Komutana fırça attın! Sayende evci iznine çıkarıldım. Sayende sana özlemimi giderdim, bir nebze..

Askerden döndüm, tek hayalindi evlenip yuva kurmam. "Torunumu alayım kucağıma başka ne isterim ki, mutluluğunuzdan başka" derdin. Bir kız arkadaşım olmuştu, ilişkimiz çok güzeldi, iş ciddiye bindi sonra seni, sonra her şeyi hiçe sayarak aşka kapıldığımı gördün. Frenlemek istedin, zira bir şeyler yanlış gidiyordu. "Seviyorum, karışma anne" dedim. "Sen ne anlarsın ki?" Mağrur olmak büyük yalan. Terk edildim. Sonunda sen haklı çıktın. Ben yanıldım. Ama onca hatama rağmen "Olsun yavrum; hayatı böyle öğreneceksin işte" dedin. Yaralarımı sardın.

O günlerin ertesinde Boğaz'a gitmiş, gezmiş yemek yemiştik. Bu bile seni çok mutlu etmişti. Bir daha seni oralara götürmedim. Götüremedim. Sonra hastalığımda baş ucumdan ayrılmadın Aşktan yana hayal kırıklıklarımda omzun hazırdı daima. Bana çok iyi baktın. Ama ben...

Babam iflas etmişti. Çorba, soğan ekmekle uzun bir müddet geçinmeye çalıştığımızda, ailemizi ayakta tuttun. Sanki saraylara layık sofralarmış gibi sundun bizlere yemekleri, hiç fark etmedik. Sıkıntılarımızı. İçip unutmaya çalıştığım dönemlerdi yaralarımı. Kötü bir yoldaydım ama sen bana yine kıyamadın. Herkesten gizli, cebinde yirmi lira varsa. Onunu bana verirdin. Kalanıyla pazara giderdin.

Yirmi beşimdeydim. Işıltılı gecelere kaptırmıştım kendimi. Yüzünü görmüyordum bile günlerce. Eve uğradığımda, "Özledim seni yavrum, nerede kaldın gözüm yollardaydı" derdin. "Offf sıkma beni, tamam anne anladım, unut beni, artık böyle" derdim. "Büyüdüm ben artık. Alış" bir de. Oysa hiç büyüyemedim.

Alışırmış gibi yaptın.

Ailemiz ne sıkıntı çektiyse ya da nasıl güzel günler geçirebildiyse onda dokuz buçuğu sayendeydi. Namazında, duandaydın. Evimiz mevlütlerden geçilmezdi. İzdiham olurdu her düzenlediğin merasim. Sorduğumda," Oğlum bir gün biz de geçip gideceğiz dünyadan, sakın dualarını o zaman eksik etme olur mu?" derdin.

Anneni erken yaşta kaybettiğin için, "özellikle ve özellikle" Kibariye'nin söylediği "Eller kadir kıymet bilmiyor, anne senin kadar kimse sevmiyor anne" şarkısında için için ağlardın öyle çok ağlardın ki o şarkıyı duyduğumuz yerde kapatırdık. Kasetini bile saklamıştım açıp dinleyip üzülmeyesin diye. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu o anlar. Anımsıyorum. Hep bir torun sevmek istedin. Ama olmadı anne...

Sonra bir gün, ansızın fenalaştın, doktorlara gidildi, kanser dediler. Sonra ameliyat dediler. Ameliyat oldun. İyileşecek dedi, doktorlar, iyileşemedin. Mazide kalan o günleri anımsıyorum da şimdi..

Bir akşam salonda televizyon izliyordum. Herkes uyumuştu. Paaat diye bir ses geldi odandan. Koşarak içeri girdim. yatağından düşmüştün. Çok kilo vermiştin günler boyunca. "Artık hiç bir yerim tutmuyor yavrum, özür dilerim" demiştin. "Anacığım asıl beni affet, ben özür dilerim bir şey yapamıyorum" diye demiştim...
Zira doktorlar bütün müdahaleleri yapmıştı ve eve göndermişlerdi. Bir gün fenalaştın. O gün ambulans geldiğinde, bakışlarını unutamam. Son kez baktın hayatının geçtiği, bizi büyüttüğün evimize sanki...

Sonra hastaneye kaldırdık. "Görebilir miyim" demiştim doktora. Ve "Nasıl olacak?" "İyi olacak" demişti doktor. Ama o gece eve gitmemizi söyledi. Ben kaldım. Gece dörttü. Yağmur yağıyordu. Hastane koridorlarında volta atıyordum. Dışarı çıktım sigara içmeye. Derken telefona bakan çocuk, beni çağırdı resepsiyondan. "Doktor acil seni istiyor" dedi. Koştum dört kat. "Üzgünüm, kaybettik annenizi" dedi doktor hanım. Ne kolay söyledi. O gün dünya başıma, bütün galaksiyle birlikte yıkıldı. Seni toprağa verirken son görevimizde ebedi istirahatgahına, o çukura indim. Tek düşüncem, "nasıl yatacaksın burada, üşür müsün" acaba idi. Sonra üstünü örttük topraklarla. "Nefes alamaz ki annem dedim!"

İnsanlar benden gözlerini kaçırdılar.

Sonra çiçek oldun, bahar oldun, güneş oldun, toprak oldun.. Sonra ırmakların kıyısına gittin, bin bir türlü çiçeklerin açtığı yere, deniz kıyılarına. Cennetti değil mi gittiğin yer; hani masmavi her yanı, okyanuslar, gök kuşağı, çiçekler, ırmaklar, şelaleler, yemyeşil ovalar, mutlu insanların olduğu yer, değil mi?

Bugün hiç unutmadan seni anımsadım. Dallarında çiçekler açacak yine, güneş yüzüne vuracak, yağmurlar öpecek alnından. Gülümsediğini hissedeceğim ve o çok önceden bana dua et emi yavrum bana dediğini. Edeceğim yine anne. Daha önce de her gün her gece de ettim. Sonra seninle konuştum. Duydun mu? Beni duydun mu anacığım? Ben seni duymuyorum, duyamıyorum. Rüyalarımda bile görmüyorum. Şimdi hayal oldun sen, düş. Çok uzakta bir düş! Ne görüyorum ne ölüyorum...

Ama bil ki, seni çok özlüyorum. Vasiyetini yerine getirmeye çalışıyorum şimdi.. "Sen çok büyük işler başaracaksın oğlum inanıyorum sana!" deyişin sağır ediyor kulaklarımı..Bir kaç adım yol alsam da sensiz hep çamura saplanıyorum! Çok geç bunu söylemek belki. İyi ki annem oldun. Ah özür dilerim. Elini öpemedim. Hayatımda bayramlar haricinde pek öpememiştim zaten.

Affet. Ellerinin sıcağının, saçlarının kokusunun yerini tutar mı? Ah anacım! Üzdüm ise, ki çok üzdüm seni ne olur beni bağışla. Sen yaşarken, layıkıyla bu günü her gün gibi kutlayamadıysam bağışla. Mekanın cennet olsun diye yalvarıyorum Allah'a. Benim bir parça sevabım varsa anneme yaz diye. Hem Zeki Müren'in dediği gibi be anne; "Geceler sensiz çok soğuk ve karanlık!"

Ama buluşabilirsek, anlatacağım çok şey var, o zamana dek rahat uyu meleğim, güzel anneciğim canımdan daha çok sevdiğim..Geleceğe dair bir şey için yaşıyorum sadece. Yanına ilk geldiğimde yine fısıldayacağım..

Mümkün olabilirse; bir çocuğum olduğunda. O'nu başucuna getireceğim ve o dünya tatlısına o gün: "Benim annem, bir melekti yavrum diyeceğim."

5 Mayıs 2016 Perşembe

Don Kişot & Yel Değirmenleri

Bu hayatta kimseye güven olmayacağını,yüzünüze gülenin arkanızdan tonla iş çevirebileceğini, herkesi kendiniz gibi sanmamanızı ve ne yaşarsanız yaşayın her seferinde insanların her daim kötü olduğunu bir daha unutmamanız gerektiğini sakın unutmayın. Çünkü insan fanidir, şaşar beşer güce tapar, paraya tapar, koltuğa da itibara da tapar ve sizi çok ama çok kolay satar!

30 Nisan 2016 Cumartesi

Ölmeden önce sevilmesi gereken son kalptin!

Onlarca hikayenin ardında kırık bir kalp taşıyordum ki zaten, herkes benden bir şeyler bekliyorken, bunu atladı galiba. Kırılan düşler bıraktım geride, ıskalanmış pişmanlıklar. Son pişmanlığın fayda etmeyeceğine dair hakiki deneyimlerim oldu, evet haklılardı. Teyit ediyorum.

Sonra sen geldin, hayatın tek başına bir yalnızlıktan ibaret olmadığını öğrettin bana. "Hayat iki kişi yaşanır ki dedin. Sadece insanın yüreği adresleri karıştırır uzun bir müddet.. İstersek üç olur belki de dört. Kısmet, öyle derler bizim oralarda. " dedin. Sen bu cümleyi kurarken, saçlarını okşamıştım. Serin bir mayıs akşamıydı. İlkokul talebeleri gibi heyecanlı, ilkokuldaki günlerim gibiydim ben gerçi, hevesli. Nasıl özlemişim meğer karışmayı aşka.

Yalnızlık başka bir acıya değerse, dikiş tutuyormuş aslında. "Kanamalı bir hasta için" anonslarında hızır gibi yetişen son dakika bantları gibiymiş aşk.

Bir yaran vardı. Yarandan öptüm sonra. Geçer diye diye geçti hayat zaten. Benim asli görevim sana merhem olmaktı. Neler neler geçmedi ki dedim usulca fısıldayıp kulağına, her yürek ağrında. Aylar geçti. Yıllar geçti bak dedim. Geçiyormuş evet, dedin, mevsimler kıştan yaza da dönüyormuş. Ölmeden önce sevilmesi gereken son kalptin sen işte, Tutamadım kendimi, ben de seni sevdim.

17 Nisan 2016 Pazar

Galata

"Ah bak şarkıda; Acımın üstünde yerin var diyor, ne güzel sözlermiş değil mi adam" dedi. Sen de benim için öylesin!

Ilık bir rüzgar esiyor, gökyüzünde kuşlar uçuyor, insanlar oradan oraya koşuşturuyordu o sıra.. Mutlu olmak ne demekmiş o an bir daha hatırladım. Mutluluk bazen bir kelime, bazen bir bakış, bazen sessizlikmiş. Bazen gördüklerin, bazen de özlediklerinmiş vesselam.

Yudumladım kadehimdeki son yudumu. Acısını hiçbir yere taşırmadan yalnızlığında taşıyabilen insan, aşka düşüyordu demek ki!

Galata karşımdaydı. Yüzyıllar boyu, ne hayatlara şahitti, kim bilir? Göz açıp kapayıncaya dek sonsuz hızla geçen bu zamanda biz de gitgide yitirdiklerimize benziyorduk. Yitirdikçe çoğalıyorduk. Aşka, acıya, sevdaya düşüyorduk..Hayallere tutunuyor, kırıklarına kalbimizi bırakıyorduk..

3 Nisan 2016 Pazar

Son Dem

"Sen neredeydin bugüne kadar?" dedi. Zaman ve mekanın önemli olmadığı anlar vardır. Gözlerden yaşlar yola çıkar, damlalar ha düştü ha düşecek olur ya, derin bir suskunlukla karşılamaya çabaladığım lakin içimde fırtınalarla dolu bir andı benim için. Nasıl anlatsaydım?

Seni tanımak için öyle güç engelleri aştım ki diye söze başlayıp, canımı acıttıklarından mı bahsetseydim, büyük umutlarla yola çıkıp en büyük hüsranlardan geldiğimden mi dem vursaydım yoksa karşına çıkabilmek için epey yara bere aldım mı deseydim? kafam çok karışıktı. Filler ve çimenler hikayesi.

Dedim ki; Alnına yazılanı yaşarmış insan derler ya işte sen benim alınyazımmışsın. Ve bil ki; sana ulaşabilmek için çok zor yollardan geçtim, çıkmaz sokaklardan çıktım, hiç bitmeyecek sandığım kötü günleri geride bıraktım. Mutlu da oldum yalan yok. Ama çok kısa sürdü. Geriye baktığımda şimdi . Yaşarken öldüm sandığım, bir başka hayatı ümit ederek katlandığım koca bir hayat. Kalbimin kırıldığı zamanlarda seninle birlikte yeniden doğacağımı bilmeden, bilemeden çok hırpalamışım kendimi. Biliyor musun hepsi sana ulaşmak içinmiş. Şimdi anlıyorum. Hayat önce alıyormuş parça parça hayallerinden sonra damıtılmış vuslatla ve yürek yangınlarıyla dolu günler, aylar, yılları aşmanı istiyormuş. Sabretmeyi ve dayanmayı öğrendiğinde saadeti tattırıyormuş.

Sen benim yeryüzündeki bütün geçen zamanlardan öte beklediğimsin, sen benim mutluluğa açılan pencerem, son demimsin..

Gözleri gözlerimdeydi, elleri ellerimde. Derin bir soluk alıp sözümü içime fısıldadım; "Kıyamadığım, şimdi yerine oturuyor bütün hatıralar. Ben buradaydım ve rastlaşmamız için bütün bunları yaşamam lazımmış.. Yalnız senin de karşıma çıkman için koca bir hayatı aşman gerekiyormuş. Ne derler hem; tesadüf sandığımız şeyler uzun bir yolculuktan sonra kadere çıkar!

12 Mart 2016 Cumartesi

Kaldım mı?

Önce “hadi aç hediyeni hemen” derken sen gözlerimin içine bakmana dayanamadığımı itiraf edeyim. Poşeti hunharca açmıştım. Oğuz Atay, Tutunamayanlar! Ne kadar mutlu oldum, anlatamam. Ömrümce aldığım en güzel armağandı. İlhan İrem, “sazlıklardan havalanan” diyordu o sevinç arasında. Sen de bana “biraz Oğuz Atay gibisin! Hem hani derdi ya Atay; “Çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim.”

“Annene düşkünlüğünü bak ne güzel açıklamış” dedin ya tebessüm ettiğimi bak şimdi hatırladım. Vüsat O. Bener'i de okumaya başlamışsın. Hegel'den, Kant'tan konuşurken, en sevdiğin şair kim peki diye sordun. Saymaya başladım ustaların adlarını. Saatler son düzlükte dörtnala ilerlemeye devam ededursun sevdiğimiz şairlerden bahsettik biraz işte. "Belki otobüs gelir biner gideriz" dedim sana. "Dönmeyeceğimiz bir yer beğen" dedin sen de! Bir kaç yudum aldık sonra kadehlerimizden. Tom Waits çalıyordu, bak dur ne dinleticem sana deyip Opus'tan Live is Life'yi açtım, güldük, kaset takılıyordu ara sıra, olsun. Sıradaki parçayı kalbi kırıldığı yerden bir daha onarılmayan bütün aşıklara armağan edelim diye bir cümle geçti aramızda, ya sen ya ben, geçmiş zaman, anımsayamıyorum. Chris de Burgh'ten bir şarkı esnasında birer cigara sardık, iki nefese döndü başımız dünya durdu da duvarlar geldi üstümüze. Neşet Baba'yı açalım dedim sana. Gözümüzden bir kaç damla yaş süzüldü dinlerken. Cemali'yi dinlemeyeli uzun zaman olmuştu. Sırada o olmalıydı. Renksiz hayaller dolu, dökülen gözyaşlarım diye başladı parça. Hayatın renksizliğine çizik attın pastel tonlarda! Balkona çıktın akabinde başın dönüyordu, belli. Benim için hayat dursun şimdi dedin o yaşta, o gecede, o kafada. Üşüdün girerken içeri, hatırlatayım diye söze girdim; “Durmayacak!″

Lionel Richie ve Sting geçişleri fonda akıyordu zihnimizden. Sen üniversiteyi kazanmıştın o sene, son akşamdı, ertesi gün yola çıkacaktın, ben de kalacaktım bu bunalım şehirde, sensiz üryan. Askerliğime de bir kaç sene vardı. Hayat tam orada başka bir dünyaya doğru ekseni kayarcasına, avuçlarımın arasından uzaklaşıyordu sanki. Bir yere bağlamayacağım. Uyuduk sarılarak o gece, o net de diğer her şey flu. Anılar gibi. Ertesi sabah not bırakıp gitmişsin; o geldi aklıma; "seninle başka bir rüyaya uyanmak ümidiyle, düşlerimde kal."

Kaldım mı peki?

29 Şubat 2016 Pazartesi

Panoramik Acılar

Yeni anne olmuş kadınlar bebeklerinin üzerini örttüler. Yağmurda ıslanan camın buğusunu sildi minibüsteki genç, kulaklarında uçuşan melodi sesleri yanındaki yolcunun uykusunu getirmişti. Parmakları ritmik hareketlerle ellerindeki cihazların ekranına değip duruyordu insanların. Kediler herhangi bir apartmanın içine sığınıp yavrulamak arzusuyla volta atıyordu sokaklarda. Duraklar insan selinden görünmüyordu yollara saatlerin sesleri ve yağışlı düşlerin ışıkları yansıyordu. Geç kalmışlığın pişmanlığında bir mezar taşı eğmiş başını, toprağın kalbinde yatan sahibine üzülüyordu. Yaprağa düştü damla. Genç bir kadın saçlarını savurdu ıslak ve kahküllü. Bir şiir kitabının arasında yıllar evvel unutulan bir notu hatırladı, trafiğin en yoğun olduğu anda sigarasını sıkıntıyla yakan adam. Birlikte olma hayallerinden bir kaç sene sonra vazgeçecek iki aşık öpüşürken tenha bir kuytuda, bir kaç metre ötede bir bankta tekel bayisinden aldığı iki kırmızı tuborgu yudumlayan genç erkeğin sessizliği endişelendiriyordu. İki kadın kentin işlek bir kafesinde yudumlarken kahvelerini bol bol dedikodu yaptılar sonra konu kitap ve müziğe geldi nedeni bilinmez masaya servis yapan garson Raksotek kelimesini işitti. Kalabalık arasında yürümeye çalışan kör adamın elindeki asası önünde telaşlı adımlarla ilerleyen genç kadının topuklu ayakkabılarına değdi. Servis hareket etmiyor dedi saatlerdir şöförü. Yolcuları evlerine yetişemeyeceklerine inanmaya başladıkları sıra. Seferleri iptal diyorken radyo haberleri tam o vakit denizin ortasında dalgalarla dans ediyordu vapur içindekilerle. Lacivert gökyüzü sağnakla birleşmiş manzarayı tamanlamıştı üstelik. Çamurlu ve kaygan dar patikalardan yavaş yavaş geçerken otobüs mola ne zaman diye soruyordu yaşlı kadın anlaşılan sabrının sonuna gelmiş gibiydi. Anons geçti pilot yerden yüksekliğin ve koordinatların detaylarını. Business uçan işadamı viski istedi duymamazlıktan gelip hostesten. Kentin bir yanında deniz kıyısında bir kulüpte eğlence bütün coşkusuyla sürerken, başka bir tarafında bomba patladığını televizyondan işiten genç kız telefonundan üye olduğu sosyal bir mecraya not düştü sigarasını yakıp: Panoramik acıları savrulmuş insanlığın yine bu akşam. Üstelik kaç gecedir rüyalarımda anestezi zoruyla şuurumu aldıkları için ağlayarak uyanıyorum. Sen de zaten hiçbir zaman sevemedin beni...Tarihin tozlu sayfalarında unutulan bir inkisar. Balkondan içeri girdi kız. Rimelleri akmış, üşümüştü. Biraz da ürkmüştü Şimşek çaktı göğü aydınlatan cinsinden. Ganyan bayilerinde bir umudun peşine düşenler son koşuyu bekliyor, şehir ise bir daha geri gelmemek üzere aramızdan ayrılan bir günü daha uğurluyordu.

24 Şubat 2016 Çarşamba

Depresif Yağmurlar

Şimdi depresif yağmurlar mevsimindeyiz. Mukaddes yalanlara inanmaktan yorgun ruhumuz. Bu hayatta neyi çok istediysek, geri çevrildiği içindir belki de bütün kırgınlığımız..

14 Şubat 2016 Pazar

Sana Seviyorum..

Fonda, en sevdiğimiz şarkı çalıyordu içeri girdiğimizde; “sigara içmek isterseniz, dördüncü kata çıkabilirsiniz” dedikleri o kattaydık. Bir süre sonra. Dışarıda hava yağmurlu bir saklambacı andırıyordu.

Birer bira söyledik. Anlatacak ve hiç susmayacak o kadar çok şeyi vardı ki ikimizin de, bardaklar dolu gelip, boş gitmeye baş döndürücü hızla devam etti bu nedenle…

Uzun uzun konuştuk o gün, bir sigara molası verdiğimiz anda, yasladın göğsüme başını. Sarıldık. Aşkla, sıkıca. Puslu gökyüzüne baktık pencereden, hayata inanmamız için daha fazla bir şey yapması gerekmiyordu artık tabiatın.

Kalabalıktı bulunduğumuz ortam. Bizden başka çiftlerde vardı, başka masalarda. Başka masallarda. Herkes kendi halinde ve kendi derdindeydi. Ve bir an geldi, ilk dans ettiğimiz parça mırıldanmaya başladı kulağımıza. Göz göze geldik; öptüm yudum yudum, dudaklarını.

Biraz utandın ve dudaklarını ayırdın bir kaç saniye sonra, mahçup bir edayla dışarıya baktın ve “Kalkalım mı aşkım” dedin. "Eve geç kalmayayım..."

Oysa, etraftakiler ve masaya boşları toplamak için gelen garson, göz ucuyla görmüştü hadiseyi ve pek aldırış etmeden, kendi akvaryumlarındaki yaşamlarına geri dönmüşlerdi.

Aslında o öpücük sevgilim, herkesin içinde sana "seni seviyorum” demekti.

Şehre Keder Yağıyor'dan..

Siz yoktunuz.

Siz yoktunuz. Hiç olmamıştınız. Geçmeyen günler, bitmeyen geceler vardı o vakitler. Hüküm süren yalnızlıklar çağındaydık. Siz ansızın gelmeden önce. Dertler, sıkıntılar vardı. Amansız hastalıklar ve ölümler vardı. Siz yoktunuz lakin başka bir kimse de yoktu. Kapımızı çalacak bize umut aşılayacak.

İktidarlar vardı. Zorbalıklar, direnişler, hayaller. Aldatışlar vardı. Terk etmeler. Terk edilişler. Yalanlar vardı lakin siz yoktunuz. Siz zaten epeydir yoktunuz. Gelmezsiniz sandık ortalık dağınıktı. Ortalık, çorak bir çöle benziyordu. Bir tabak eksiktik, bir omuz yarım. Geceler geçmiyordu, saatler üvey evlatlarımızdı. Hangi şehirde, hangi evde, hangi tendeydiniz? Yokluğunuz kara hummaydı, muammaydı. Dahası yetişmezseniz ölebilirdik de!

Siz yoktunuz o sıra. Geceler hep üçtü.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Arşiv: İki Ayrı Şiir

bir şiirin içindeki,
iki ayrı dize gibiyiz
birimiz olmasak
diğerimiz eksik
birimiz varsak
diğerimiz manalı

bir şiirin içindeki,
iki ayrı dize gibiyiz

anlam olarak belki
birbirine bağlı
lakin

ve bağlacıyla
birbirinden ayrı..

1999

29 Ocak 2016 Cuma

Flu hatıra

Aklının dehlizlerinde bazı anılar var ki silinmiyor. Gününü bekliyor. Canını ilk günkü gibi yakacağı günü. En mutlu anında yahut üzüntülüyken, canının sıkkın ve her şeyden bıkmış olduğunda. Flu hatıralar birdenbire net acılara dönüşüyor. Ve sen bunu kimseye anlatamıyorsun dahası içinde rendelenen bir yaşam ağrısı salına salına hafızanda dans ediyor.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Kartanesi..

“Sen gülümsersin, şehir bembeyaz düşlerle kaplanır. Bu kenti, senin masumiyetine büründüğü zamanlar daha çok seviyorum kartanesi..”

Önder Deniz Çavuşlar


2001‘de yazmışım…

Bu yazıyı bir dolu hayal kırıklığı içindeyken yaşayıp yaşayamayacağımı bile bilmediğim gelecek bir zamana fırlatıyorum şimdi.

Sene 2001…

Biliyorum ki biri var uzak odalarda saklı, kendi zincirlerinden kurtulmamış yağmurlu ve soğuk gecelerde ve evcilik oyunlarının koynunda uyuyor. Kimsesiz rüyalar görüyor henüz. Biliyorum ona ulaşana dek kaderimi kendim düşleyeceğim. Kaderimin peşine düşeceğim. Biliyorum yol uzun, duraklar günahkar.

Gri Sayfalar'dan Şehre Keder Yağıyor değerlendirmesi

Gri Sayfalar adlı edebiyat sitesinden, Şehre Keder Yağıyor ve Önder Deniz Çavuşlar'a dair bir değerlendirme yazısı..


Şehre Keder Yağıyor'u temin etmek için...


Şehre Keder Yağıyor‬'u temin etmek isteyen dostlarımız için temin adresleri aşağıda yer almaktadır.

Kitabevleri: Tüm D&R mağazaları, Remzi, İnkılâp, Nezih, Mephisto, Megavizyon, Dost, Kitapsan, Arkadaş

İnternet; D&R, kitapyurdu, idefixe, pandora, ilknokta, babil, eganba
Saygılar..

Önder Deniz Çavuşlar

20 Ocak 2016 Çarşamba

Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?

'Bundan yüz yıl sonra hemen hemen hiç birimiz olmayacağız. Yalanlar, kavgalar, küslükler, barışmalar, yanlış anlaşılmalar, dedikodular, eğlenceler, ağlayışlar, gülümseyişler sevişmeler ve ayrılıklar; hiç bir şey kalmayacak geride. Sanki “hatıra” denilen o sandığa kapatılmak üzere yaşıyoruz bu yaşamı. Alıp başımızı gittiğimizde bizi ne bekliyor? Bundan sonra bu serüven nereye gider, yollar nereye çıkar? Bilmiyoruz. Kalabalıklar arasında herkesin bir yere yetişme telaşı, onca koşuşturmanın sebebi biraz da bu olsa gerek..

Birilerine ve bir yerlere geç kalarak, o anı sandığına bir eksik parça daha bırakmak istemiyoruz. Ve yolun sonunda da bu yaşamda var olmuş insanoğlunun bir zamanlar söylediği o cümleye çıkıyor bütün duraklar:

“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki? ”'
Bundan yüz yıl sonra hemen hemen hiç birimiz olmayacağız. Yalanlar, kavgalar, küslükler, barışmalar, yanlış anlaşılmalar, dedikodular, eğlenceler, ağlayışlar, gülümseyişler sevişmeler ve ayrılıklar; hiç bir şey kalmayacak geride. Sanki “hatıra” denilen o sandığa kapatılmak üzere yaşıyoruz bu yaşamı. Alıp başımızı gittiğimizde bizi ne bekliyor? Bundan sonra bu serüven nereye gider, yollar nereye çıkar? Bilmiyoruz. Kalabalıklar arasında herkesin bir yere yetişme telaşı, onca koşuşturmanın sebebi biraz da bu olsa gerek..

Birilerine ve bir yerlere geç kalarak, o anı sandığına bir eksik parça daha bırakmak istemiyoruz. Ve yolun sonunda da bu yaşamda var olmuş insanoğlunun bir zamanlar söylediği o cümleye çıkıyor bütün duraklar:

“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki? ”

13 Ocak 2016 Çarşamba

2001‘de yazmışım..

....

Bu yazıyı bir dolu hayal kırıklığı içindeyken yaşayıp yaşayamayacağımı bile bilmediğim gelecek bir zamana fırlatıyorum şimdi.

Sene 2001...

Biliyorum ki biri var uzak odalarda saklı, kendi zincirlerinden kurtulmamış yağmurlu ve soğuk gecelerde ve evcilik oyunlarının koynunda uyuyor. Kimsesiz rüyalar görüyor henüz. Biliyorum ona ulaşana dek kaderimi kendim düşleyeceğim. Kaderimin peşine düşeceğim. Biliyorum yol uzun, duraklar günahkar.