22 Ekim 2014 Çarşamba

Düş

Bir düş, uykusunda kadına fısıldadı. "Umudunu yitirme. Ömrünce görebileceğin en güzel rüya sahnelenmedi." Bir kaç gün sonra kadın, bir deniz kıyısında; uçurumun yanı başında hayata baktı göz ucuyla. Düşün içinde başka bir düş müydü yoksa gördüklerim diye...

"Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ne kaybedebilir ki?" dedi iç sesi. Kadın, bir kozanın içinden çıktığı gün intihar etmeyi düşünen kelebeğe benziyordu, uzaktan bakınca. "Doğru ya, kaybedeceğim her şeyi kaybettim "dedi iç sesine. Düşünmekten vazgeçti sonra düşünceleri, birden sustu kelimeler zihninde. Ve bıraktı kadın kendini boşluğa. Kendi sonsuz boşluğuna.

Yolculuk

O kadar çok görüntü ve ses karışmış ki ölü şehrin canlı kalan son hücrelerine. Ve her bir ses çığlık, her görüntüde, hayatta kalan son fotoğraflar sanki. Otobüsten ineceğim durağa yaklaşırken, oturduğum koltuktan kalkmak üzere kıpırdandığımda yanımdaki kirli sakallı ve yorgun yüzlü gencin geçmeme müsaade etmesi için göz göze gelmemle ve ufak bir tebessümle teşekkür ederek kapıya yaklaşmamla beraber aklıma düşen buydu bu akşam. Yol boyunca mengeyle sıkıştırılmış trafiğin ve yüzlerce aracın arasında kalmanın iç sıkıntısının karışımı huzursuz düşünceler oymuştu belki düşüncelerimi. 1200'ü aşkın sarı far ışığını saydığımı fark ettim mesela gözümün kamaşmasını durdurmak için ara sıra uykulu göz kapaklarımı kapatırken. Önümde, sağımda, solumda oturan insanları gözlemlemekten okuduğum kitaba konstrasyonum azalıp durdu. Tam arkamda kendisinden akıllı telefonu elinde diğer uçtaki konuştuğu kişiye bağıra bağıra bir şeyler anlatmaya çalışan adamın ineceği durağın biran evvel gelmesi için dua ettim. Otobüsün ortasındaki ayakta durma boşluğunun hemen bitiminde uyuklayan ve bu yüzden ara sıra başı arkasına doğru düşen ve o esnada bende otobüs tavanını izliyor hissiyatı uyandıran gencin kulaklığında çalan şarkıyı tahmin etmeye çalıştım. Oturduğum koltuğun sağında kalan yaşlı teyzenin elinde plastik poşetinin içinde hangi yiyeceklerinin bulunduğuyla ilgili oyaladım kendimi. Neyse ki yol bitiminde, ayaklarımı asfalt zeminle buluşturup yürüme pozisyonuna geçtiğimde yolculuğun omuzlarıma yüklediği ağır yük nispeten hafiflemişti.

Adımlamamla beraber hemen solumda yaprak çitlerle etrafı çevrili kafeteryada türbanlı bir kızın sigarasını kül tablasına bırakırken başı ucunda biten garsonun kızın siparişini -bir dilim pasta- masaya bırakmasına şahit oldum. Az ilerideki diğer kafeteryada dağınık haldeki masa düzeninde üçe iki erkek, dörde iki kız, beşe iki erkekli gruplar halinde oturan gençleri gördüm. Ailelerin şişkin cüzdanları sayesinde ödenen pahalı cep telefonları masaların üzerini kaplıyordu. Piyasadaki en yüksek fiyata satılan sigaralar, yine ailelerinden aldıkları harçlıklarla ödeyecekleri kahveler vardı masaların geriye kalan kısımlarında. Gençlerden kimi kahvesini yudumlarken, kimi iki parmağının arasındaki sigaranın külüne dikkat etmeden çaprazındaki arkadaşının ne söylediğine dikkat kesilmiş, kimisi de yüksek sesle ağzından çıkan kelimeleri etrafa tüküre tüküre diğerlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Tekel bayisinden çıkan eşofmanlı kır saçlı orta yaşlı adam elindeki siyah poşetle evine yürürken önümde, hemen sağımdaki ganyan bayisinde homurtular yükselmiş ve kuponlarına işaretledikleri atların kazanmadığı belli olan şanssız kalabalık dükkanı terk etmekteydi.

Soluk ve karanlık bir sokağa girdim. Sokağın dinginliğini, ön camları açık aracında yüksek sesle müzik dinleyen ve dinlediği şarkıyı tüm sokak sakinlerine ve de şans eseri o anda sokaktan geçmekte olan yabancılara dinletmekte kararlı gençle göz göze geldik. Gözlerinde isyan, huzursuzluk, sarhoşluk, mutsuzluk karışımı bir ifade takınmışlığını fark ettim ki hızla aracı uzaklaştı.

Eve doğru adımlar kala, sokağı aydınlatma direğiyle hemen karşısındaki incir ağacının arasına bağlanmış bez afişin arasından göğe yükselen uçağın ışıklarını gördüm. Kim bilir nereye gidiyordu koca demir yığını? Kim bilir nereye seyahat ediyordu içindeki yolcuları, inecekleri yerden başka noktaya nasıl gideceklerdi ve o yolculuk kavuşmaya mı, uzaklaşmaya mı yoksa ölüme doğru mu olacaktı?

Gün bitti diye geçirdim içimden. Ya da hiç başlamamış mıydı?

Gözleri

"Gözleri, senden evvel hayatımın en yorucu ve en hüzünlü hikayesini yaşadım; ne olur ruhumu kanadığı yerden sar, aşkın ne demek olduğunu hatırlat, huzuru kollarında yaşamama izin ver der gibi bakıyordu."

Ruh Hali

Sabah uyandığımda gözlerimi açamadım. Beyazperde inmiş, içinde benim de oynadığım bir korku aksiyon sahneleniyor. Durun yahu ilk gösterimi. Hele ben izliyim, DVD si çıkınca hepinize haber ederim. İnsan bazı sabahlar hiç uyanmak istemiyor ya bugün de onlardan biri. Yataktan zor çıktım. Çıkmak istemedim aslında, yorganla ayrılığımız bu sabah daha hüzünlüydü. Sonra dokuzbin küsür gündür hayattayım hemen hemen diye kabaca hesap yaptım cebirim kuvvetlidir. Aklıma geldi birden matematiğim zayıftı ya benim okul dönemimde. Bir o kadara yakın yaptığım şeyleri yine yaptım kalkınca, elimi yıkayıp yüzüme hayatı vurdum. Aynada bir yabancıya baktım. Tanıyamadım. Ocağa çay suyu koyarken, kahvaltılık biraz peynir, biraz zeytin. Domatesi sormayın kilosu üç küsür. Canım sıkkındı. canım epeydir sıkkındı. Sigara yaktım. Boğazımı acıttı. Derinden öksürdüm. Bırak şu meredi dedi, annem. Sonra hatırladım. Hafızamın her öksürüğümde bana oynadığı bir oyundu bu çünkü annem ölmüştü. Pencerenin perdesini açtım. Rüzgar içeri hücum etti cam kıyısında yatmış gibi. Sokağa karşı üfledim dumanı sonra. Karşı balkona çıkan teyze pasif içici olmuş mudur? Çayın altı fokurdamaya başladı. Şeker nerede sahi? Demlik işi tamam. Şeker yok. Sigara üç tane. Çaya sakla. Çay sevmiyorum. Hava kapalı. İnsan her gün aynı şeyleri yapmaktan bıkmaz mı? Siz bıkmaz mısınız? Hele daha yola çıkılmadı, hangi gömlek, hangi pantolon giyilecek, ütüsünü kim yapacak, çizgi sevmem hem. Otobüsler arı kovanı gibi bir boşalıyor, bir doluyordur şimdi. Ama yer yoktur. Neyse çay oldu. Şeker varmış iki tane kesme. Maaşımı da vermediler. Maaşımı uzun zamandır vermediler yahu sahi. Ne içip ne yiyorum ben? Alacaklılar kapıda. Mecazi olarak kapıda. Mecazi diye biri yok canım, kapıyı açtım kimse yok. Bir çift ayakkabım. Burnu su alıyor. Burnum akıyor. havalardan. Maç varmış gece televizyonda dedi. Sevmem. Müzik açayım. Boşver. İki zeytinle bir kibrit kutusu küçüklüğünde peyniri indir mideye. İndi. Çay olmuş mu? Koy ince belli bardağa. İnce bel, ne ya? Şöyle tombul bir fincan daha iyi. Ödüllendir kendini.Şekerler intihara hazır. Kelebeklerin ömrüne benziyor şekerlerin ömrü. Sigara yakıp zihninden geçen bütün huzursuz düşüncelerini, aklının serili kırmızı halılarının altına süpür. Hadi yola çıkma zamanı. Demişti ya biri, rolünün hakkını ver diye. Şimdi yaşıyormuş gibi yap, inandırıcı ol. Kaç bin gündür yaptın hatırla! Yine yapabilirsin. Aslanım benim. Aslanım ne ya, Nevizade'de leş bir bar. Off üst kattaki kadın halı silkiyor her sabah insanın üstüne doğru. Kadının evinde sanırım hafriyat çalışmaları var. Markete görünme, borç var. Maaşlar ödenecek de, aynı yalanı yine söyle. Hem sen yalancı değilsin ki! Üşüme geldi. Doktor kansızlık der, ben sensizlik offf ne diyorum ya! Yazın bile kazak giyerim. çok üşürüm. Üşümek sanırım ömrüm. Kışları buna rağmen daha soğuk ne garip. Rolüm bir yere gitmiyor. Kendini her gün oynamaya çalışan adam. Kime başvuracağım değiştiremezler mi, figürasyon sıktı. Yol da bir yere gitmiyor. Birbirinin kopyası günleri yaşamaya doğru çıkıyor sadece. Ne diyordum? Unuttum...

Vazgeçenlere İnat


Ben saçlarını koklayınca Tanrı'nın müjdelediği cenneti aklıma getirdim bugün. Biliyor musun uçurum kıyısında kaderime doğru, denizin hırçın dalgalarına taş atarken ve hiç olmadığım kadar kimsesizken minik serçeler uçuşuverdi kalbimde. Sen, ahu gözlüm. Ömrüme baharı fısıldadın gelişinle. Sayende çocukluğuma döndüm. Dönme dolapta mahsur kaldım. Çarpışan arabayı ehliyetsiz kullandım. Kapı zillerine basıp kaçmaya yeltendim. Sokak ortasında topa sertçe vurup komşu teyzelerin camını kırmayı planladım. Saklambaç oynuyordu mahallenin bebeleri, aralarına katıldım en önce seni bulmak istedim. Ama sen derinlerime saklanmıştın. Hiç kaybetmeyecekmişcesine tutup çıkardım. Yaşama inanmaktan vazgeçmişken, tuttun sen de ellerimden beni ölesiye yaşamaya inandırdın.

Ve sonra; "Ölmekten korkma" dedin, gözlerime bakıp. "Biz seninle, hayattan vazgeçenlere inat bir ömrü birbirimizden hiç vazgeçmeden yaşayacağız."

21 Ekim 2014 Salı



Cennet






İçimdeki çocuğu aldılar..


Önder Deniz Çavuşlar, Şehre Keder Yağıyor



Ve sonra dünya konuştu..


Teşekkürler bir tanem...


Yarınların Koynuna Doğru

Sabah saatlerinden beri gördüklerimden kusacağım geliyor. Ama parmağı takıp böğüre böğüre kusamıyor, donup kalıyorum. Hissizlik. Hissetmemek çok ama çok kötü, kendime iğne batırsam acımıyor. Anlamsız bir zaman dilimine sıkışmış gibiyim. Kendimi olayların dışına atamıyorum, Ağlayamıyorum. Gençlerin öldürüldüğü, kadınların ve çocukların tecavüze uğradığı dünyada insan olan her yanım her hücresiyle yavaş yavaş tükeniyor, ölüyor.

Gözümün önünde durakta bir kızla bir erkek vedalaşıyorlar. "Sonsuza kadar hoşça kal" diyor kız. Erkek; "Gitme" Kız gidiyor. Yollarımız bir daha hiç kesişmeyecek olsa dahi, varlığıyla hayatımın bir yerlerinde yaşanmışlıkları olan insanlar aklıma geliyor. Roller değişmiş sanki. Son, aynı. Filmde, rüyada ya da hayatın içinde, ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum hissi. Sonsuz hayatın kısır döngüsünde hala beni yaşamsal olarak besleyen bir damar kopup gidiyor ansızın.

Maaşların aylardır verilmediği işime gidiyorum. Kimseler yok koca binada. Ne yöneticiler, ne sorumlular. Sözler, vaatler tarihler verilmiş. Etrafta üç dört kişi var. Derken, mağdur bir temizlik personeli geliyor. Kırk günlük bebeği ve eşiyle. "Açız ağabey" diyor. "Elektrik, su kesildi, kirayı veremedik kapının önüne koydular." Bebek ağlıyor. Acıkmış. Cebimde yol parası var. Canı cehenneme yol parasının.

Mehmet Pişkin diye bir adam. Sabah evinde kendini videoya alıyor. Tutunamadım diyor. Bir kadeh şarap içiyor, sigarasını tüttürüyor, Ella Fitzgerald'dan Every Time We Say Goodbye'ı dinliyor ve hadi eyvallah diyor. ve ekliyor "Hoşça kalın, aşkla yaşayın" Neredeyse kendi sesim gibi konuşan ve Sabahattin Ali'ye çok benzeyen bir adam, en az benim kadar zeki, bir o kadar da aptal o adam çekip gidiyor. Temiz.

Lanet olası bir zamanda insanlığın, vefanın, saygının ve aşkın unutulduğu bu ülkede, nefes alıp vermek zorunda kalmanın ne kadar zor olduğunu anlıyorum yine ve yine. Ve inanır mısınız bu kadar çirkinlik içinde hayatı yaşamaya değer kılacak her nelerse onlar birer birer çevremizden kayboluyor. İnsan, kendine çok ağırmış meğerse herkes herkese yabancı. Herkes bıkkın, sıkılmış, tükenmiş ve yorgun sanki, ben gibi. Bu yorgunluk hepimizin. Yeri hiç dolmayacak boşlukların pençesinde kıvranıyoruz. Ölen ölürken kendiyle ölmüyor kalanların da bir parçasını alıyor. Kendimi aciz, bir boka yaramaz, oldukça sıradan, küçük ve etkisiz hissediyorum.

Aklıma aç sokak çocukları, berduşlar, evsizler, Gezi direnişinde ölen çocuklar, Kobane'deki dramlar, Cumartesi anneleri, şehit anaları geliyor. hangi rüyanın içinde narkoz verilmiş de uyanamıyoruz bu kabustan?

Sanal dünyanın sanal insanları olduk her birimiz. Fotoğraflardan ibaretiz. Ve mesajlaşmalardan. "Lanet olsun konuşmaya ihtiyacım var" dediğiniz zaman kim var çevrenizde? Kim en zor anınızda yanınızda? Kim sizi takıyor, kim can kulağıyla dinliyor? Bu ne ego bu ne beğeni yarışı! Sonu nereye varacak kim bilir?

Bir boka yaramayan boktan hayatımı gözümün önüne getiriyorum durmadan. Sürekli çelişkiler, Sürekli hayal kırıklıkları. Bu yaşam ağrısı oturuyor tam göğüsümün ortasına usanmadan.
Sonra devam etmek ya da durmak ikilemi. Kendime eskisi kadar iyi hissetmiyorum. Çok öksürüyorum, sabahları iştahsız, akşamları uykusuz, kendime de iyi bakamıyorum.

Anlayacağınız; ne olacağını bilmediğim soluk karanlık azgın dalgalarla dolu yarınların koynuna doğru ufak bir salda sürükleniyorum.

Benim adım yara...





Önder Deniz Çavuşlar, Şehre Keder Yağıyor



Önder Deniz Çavuşlar, Şehre Keder Yağıyor


Önder Deniz Çavuşlar, Şehre Keder Yağıyor